Analiz Etmek İşe Yarıyor mu?
Rasyonel aklımızla kendimizi, hayatı ve yaşadıklarımızı daha fazla anlamlandırma çabalarımızın artmasıyla içine girdiğimiz bir girdap var. Psikoloji’nin sunduğu bilgilere ve önerilere erişimimiz kolaylaştıkça; hele ki şu günlerde artık psikolojimizi “düzeltmek” adına ekranlara yöneldiğimiz düşünülürse, edindiğimiz “anlık” bilgilerle yaşantımızı sorgulayıp üzerine analiz edip çözümü anlayıp UYGULAYAMAMAMIZDAN kaynaklanan paradoksal bir durumun içerisindeyiz.
Psikanaliz bu dünya için bir devrimdir, insanın bir subje olarak daha da değerlenmesine, karmaşık bir yapı olarak algılanmasına ve araştırılacak sonsuz bir kaynak olduğu kanısına alan açmıştır. Freud’u ister sevelim ister sevmeyelim, kendisi bu yaşam üzerinde çok büyük bir hareket başlatmıştır.
Kaldı ki psikoloji bilimi (ki bilim olarak ele almamak da mümkün) dediğimizde bile koca bir bahçeden bahsediyoruz, bu bahçedeki her çiçek de aynı dili konuşmuyor. Ekoller kadar farklı çiçek, hatta o ekollerin uygulayıcıları kadar da farklı çiçek olduğunu düşünebiliriz. Hangi çiçeği koklamanın bize yarar sağlayacağını, (iyi edeceğini değil, yarar sağlayacağını) kavramak ise o kadar kolay bir iş değildir. Şu an tüm çiçeklerin görüntüsünün önümüzde olduğunu düşünürsek. Ki muhtemelen onları koklayamıyoruz.
Bu çiçeklerin bize yansıttıkları görüntülerden yola çıkarak mütemadiyen bir analiz ve kendimizi masaya yatırma eğilimi içerisindeyiz. “Over-analysing”, “over-thinking” yani sürekli analiz etme hali bilhassa travmatik deneyimi fazla olan bir yaşamda bir kurtuluş olarak karşımıza çıkıyor. Bu analizin bize getirileri oldukça kayda değer, bir uzman eşliğinde gerçekleştirildiğinde hakikaten yaşamımızı dönüştürebilir ve bize destek olabilir. Öte yandan kendimizi, çevremizi ve yaşantılarımızı analiz etmeye karşı bir doyumsuzluk içerisindeysek, yani yalnızca analiz ediyorsak; onu fonksiyonel ve eylemsel bir dönüşüme aktarmıyorsak zihnimize sadece bir yem vermiş oluyoruz.
İnsan Neden Sürekli Analiz Eder?
İnsan anlamlandırmaya çalışır. Bir anlama sırtını dayamak ve yaşamla bir bağ kurmanın yollarını arar. Bu hepimiz için çok sade ve doğal bir süreçtir. Bunu kimi zaman bize hali hazırda öğretilen değerlerle kurarız, kimi zaman kendimiz onları yıkıp yeniden yaratarak anlamlarımızı ararız, buluruz. Kaybederiz, ararız, buluruz, aramayı bırakırız, buluruz. Burada gözden kaçan önemli bir konu; bir anlam yaratmanın yalnızca analize bağlı olmamasıdır. Bir şeyi anlamak için, anlamlandırmak için onu ille de analiz etmemiz gerektiği düşüncesinden özgürleşmek zihindeki baskıyı azaltabilir.
Ayrıca analizlerin yanıltıcı bir tarafı da vardır, bir ötekini, kendimizi dahi analiz ederken ilüzyona düşme ve bir kurguyu yaşatma ihtimalimiz oldukça yüksektir. Akıl, kurgularla, tasarılarla oynamayı sever. Tüm enerjisini hikayeler kurmaya, onlardan anlamlar çıkarmaya harcayabilir, bu konuda oldukça da yeteneklidir. Hele kimi akıllar; yapıları gereği oldukça fazla enerji üretebilir ve bunun bedelini de ağır bir yorgunlukla öderler.
Yani ettiğimiz analizde her zaman bir yanılma payı vardır.
Diyelim ki tamamen doğru bir analizde bulunduk, gerçekten bir tutumumuzun altında yatan sebebi bulduk, mesela annemizin bize şöyle davranması. Ve diyelim ki bu gerçekten acı bir durum, bizim içimizde büyük bir yara. Bunu anladık, ama analiz etmeye devam ediyoruz. Daha fazla anlam vermek, daha detayına inmek, her köşesini, her bir problemini anlamak istiyoruz. Düşünüyoruz, düşünüyoruz, düşünüyoruz.
Peki bunu çözmek için ne yapabiliyoruz?
Ayrıca bir şeyi anlamak, onu analiz etmek midir? Bu kadar mıdır?
Analiz Girdabına Destek Olacak: Beden
Yalnızca sorunlarımızla ilgili değil, gerçekleştireceğimiz eylemler hakkında da analiz mekanizmasının devreye girdiği çok oluyor. Davranışlarımızı elbette sorgulayacağız. Ancak bir davranışımızın sonucunda neler olacağını, nasıl hissedeceğimizi genellikle varsayıyoruz.
Harekete geçmek yerine hareketi gerçekleştirdiğimizde olabilecekleri kafamızda döndürüp duruyoruz. Zihin o kadar hızlı ki biz otururken de süratle hareket edebiliyor. Bu sürat karşısında beden kitlenebiliyor, ne yapacağını şaşırabiliyor, dondurabiliyor, uyuşturabiliyor… Zihnin ve bedenin hızını dengeleyebileceğimizi söylemiyorum, düşünceler ışık hızından bile fazla bir momentumla hareket edebiliyor. (Ki zihnin ne olduğunu tam olarak tanımlamış değiliz, şimdilik beyne zihin üreten organ, zihne de nöronlarımız arası gelişen iletişim diyoruz.) Beden, hareket anlamında bu hıza ulaşmayacak. Beden bize hep daha sınırlı hissettirecek.
Gerçek şu ki: Zihnimiz de bir o kadar sınırlı. Sadece hızıyla göz boyuyor.
Bilhassa hayaller kuran, düşünceler planlar üreten ama bunları eyleme dökemeyen biriysek; analize harcadığımız vaktin bir kısmını somut eylemlere harcayabiliriz. Düşünce gücünü yadsıyamayız ancak düşüncenin yanılma payını da yadsımak mümkün değildir. Bir şeyin bizim varsayımımızdan çıkması için harekete dönüşmesi, bu yaşamın içine karışması ve bir yankı yaratması gerekir. Dünyaya ulaşmayan varsayımlarımızla kendimizi yormak yerine aktif katılabiliriz.
Dünyadaki her şey gibi bunu da pratikle yapacağız. Öncelikle bedenimizi hareket etmeye alıştırmamız gerekiyor. Bu ille de uzun saatler ağır hareketler demek değil, bedeni yaşamın içinde dahil etmekle olacak bir doğal denge hali. Bunun için de bedenin söz aldığı anları arttırmak gerek, bedene gücünü geri vermek için onu bilinçli bir şekilde dansa davet edebiliriz. Dans çalışmalarındaki doğaçlamalarda önce dinlenilmeyi, sonra konuşabilmeyi deneyimleyen beden gün ve gün bize daha fazla konuşacaktır.
Sonra zamanla zihnin tüm bedene aktığı, tüm bedende dolaştığı anları deneyimleme şansımız artacak. İşte o zaman belki, tüm bu analizler gerçekten bir işe yarayacak.