İçgüdü Nedir?
“Bilmek nedir” ve “Sezmek nedir” den sonra şimdi de “İçgüdü nedir”e birlikte göz atabiliriz.
Bilmek; bir canlının güdüsel, hissel, sezgisel, duygusal, düşünsel, spiritüel, duyusal / algısal parçalarının tümüdür ve hepsini kapsar diye yazmıştım. Yani sadece rasyonel bir bilme hali ve olanı ya da şeyleri kelimelerle tanımlayabilme kapasitesi bilmek kavramının tamamını kapsayamıyordu, yetersiz kalıyordu.
Sezme kavramını ise ise bilimsel olarak açıklamayı denediğimizde dikkatimizi verdiğimiz konudaki bilgileri bilinçdışı olarak da depoluyor olduğumuz için, bu belirli konudaki bazı olacakları daha gerçekleşmeden bilebiliyor oluşumuzdur. Daha spiritüel bir perspektifte; yargılayan, overthinking kuyumuzda dönüp duran düşüncelerin ardında bir olaya ya da kişiye olduğumuz halimizle bakıp o’nu olduğu haliyle görebilme yetimizdir.
Ben bilmeyi başımızda, sezmeyi göğüs çevremizde, içgüdüyü ve güdülenmeyi ise pelvis çevremizde konumlandırıyorum bedenlerimizde. Tai chi’deki üç merkeze de benziyor bu anlayış: 1) fiziksel bedenin enerji santrali (karın) 2)duygusal bedenin enerji santrali (göğüs) 3)zihinsel bedenin/ aklın enerji santrali (baş). Yine burada, elbette bir bütün olduğumuzu ama kendiliğimizi kavrama açısından belirli ayrımlar yaptığımızı hatırlamakta fayda var, yani bu üç merkez birbirinden ayrı hareket etmiyorlar, birbirlerini var ediyorlar, sadece odak noktaları farklı; yani yaşama baktıklarında ilk algıladıkları nitelikler farklı.
Buna yakın olan ve üçlü beyin konsepti olarak tanımlanan bir konsept daha var: 1)sürüngen beyin, 2) limbik beyin, 3) düşünsel beyin. Bu anlayışa göre beynin bölümleri bu şekilde işlevlerine ayrılmış, aslında bu tarz üçlü sistemlere her yerde rastlıyoruz tarihte. Ancak çağdaş nörobilimciler beyni bu şekilde üçe ayırmayı oldukça anlamsız bulmuş, nöral ağlarımız şu an henüz kimsenin çözemediği bir karmaşıklıkta ve halen bilim dünyası hayranlıkla araştırmaya devam ediyor; yine de kesin hatlarla üçe ayrılabileceğini düşünmüyorlar.
Üçlü beyin konseptini bir konsept olarak düşünüp fizyolojik gerçekliğine fazla tutulmamak iyi bir fikir, çünkü güdülerimizi hakikaten duygularımızdan ve düşünsel süreçlerimizde ayırabiliyoruz deneyimlerimizde. Zaten sunulan tüm bu teorilerin problemi fazlaca fiziksel algılanıp aslında ardında yatan psikolojik konsepti göz ardı ediyor oluşumuz. İnsanlık kendini tanımladı tanımlayalı bu tarz arketipsel ve sembolik yapılanmaları kullanıyor.
Hayatta Kalmaktan Başka Bir Şeyle İlgilenmiyor
Türkçedeki içgüdü, İngilizcede “instinct” ya da “gut” olarak kullanılıyor. Genellikle, hayvanların öğrenmeye bağlı olmayan yani doğuştan ve otomatik yaptıkları davranış paternleri olarak tanımlanıyorlar. Bu davranış paternleri yuva kurmak, çiftleşmek ya da tehlike anında kaçmak gibi aslında yaşamda kalmaya yönelik davranış motifleri.
Yani içgüdülerimiz aslında bizi hayatta tutmaya çalışıyor. Daha enerjisel bir dil kullanmayı tercih ediyorsak bu tür bir niteliği kök çakramız ile ilişkilendirebiliriz. Çok temel, dünyada yaşama tutunmayı önceleyen, ölmememiz ya da tehlikededen korunmamız için daha rasyonel akıl devreye girmeden otomatik bir şekilde reaksiyon veren ve en önemlisi bedenimizi bir harekete ya da donmaya davet eden bir sistem.
Örneğin: ormanda bir aslanın size saldırma anını henüz o aslan arkanızdayken bilmeniz, belki daha zihniniz onu işlemeden güdüleriniz tarafından bilinir ve bedeniniz daha sessiz yürümeye yönlenir. Günümüze uyarladığımızda, size güven vermeyen bir insanın arkanızdan yürüdüğünü, yani tehlikede olduğunuzu aslında görmeden ya da zihinsel bir sürece başvurmadan bilebilirsiniz. Elbette bazı deneyimsel bilgileriniz: bulunduğunuz sokak, ülke, arkanızdan yürüyen kişinin dış görünüşü ile ilgili fikirleriniz vs. zihinsel süreçlerden geçerek size korkmanız ya da korkmamanız gerektiğiyle ilgili bir fikir veriyor olabilir, ancak en derinlerde aslında tehlikede olduğumuza ve yaşamımızın risk altında olduğuna dair güdüleniriz.
Bir başka örnek, yürürken elinizdeki telefonunuzdan mesajlaşıyorsunuz, dalgın bir şekilde ana yola adımınızı attığınızda hızla bir araba geldiği için aniden geri çekiliyorsunuz; ancak aklınız ve düşünceleriniz mesajınızdaydı. Bu geri adım atmak refleks bir davranıştır, reflekslerimiz de bedenimizden geçen sinyaller aracılığıyla bizi hayatta tutmaya, acıdan korumaya çalışır; güdülerimiz de aynı doğrultuda daha kompleks motifler gösterirler. O tehlike anında korunmak için geri adım atmak zihninizin henüz algılayamayacağı bir hızda bedeniniz ve omurganız tarafından karar verilir. Ben reflekslerimizi ve güdülerimizi bu yaşamdaki koruyucularımız olarak görüyorum. Güdüler elbette reflekslerden daha kompleks ve genellikle daha uzun süren davranışlar sergilememize sebep olurlar.
Bu güdüsel hareketler, genellikle hayvanlara atfedilir; kuşların mevsim değişikliğini bilip göçmeleri gibi mesela. Rasyonel süreçlere girmedikleri için bu güdüsel bir cevap olarak tanımlanır. Burada Türker Kılıç’ın Bağlantısal Bütünsellik kitabınında bunu bir yaşamdaşlık kavramı altında incelediğinden bahsetmiştim. Güdülerimiz bizi yaşamdaş kılar.
Güdülerin kötülenmesi, neden?
Güdülerin ve reflekslerin bizleri koruyor olabilmesi ve yaşama dahil edip yaşamın içinde güvenle seyahat edebilmemizi sağlıyor olabilmesi için, bedenin geçirgen olması ve bu bilgileri hızlıca iletmesi; aynı zamanda rasyonel düşüncenin tekrarları ile bloklanmaması gerekir. Rasyonel düşünce, bu güdüsel bilgileri alıp işleyebilir ve anlamlandırabilir elbette, ama genelde güdülerimizi ehlileştirmemiz gereken ve eğitmemiz gereken yapılar olarak görürüz.
Bilhassa konu cinselliğe vardığında, güdüler cinsellikle ilişkilendirildiğinde ve kontrolsüz bir mekanizmaya dönüştüğünde kötücülleştirilen bir tarafımız. Sözel bilgide onu daha hayvansı, hayvansı olduğu için ise aşağıda görme eğilimi var.
Peki aşağılarımız gerçekten kötücül yerlerimiz mi?
Bu konuya daha detaylamasına bir sonraki yazıda bakalım.