Beden Asla Yalan Söylemez
“Bedenler ahlaki emirlerle bağ kuramadılar, beden gerçeklere göre yaşar.”
Bu söz, Alice Miller’ın Beden Asla yalan Söylemez kitabından.
Bu kitabı ilk okuduğumda bana çok dokunmuştu çünkü ben çok ahlaki, toplumsal değerlerle bağ kurabilen bir gençlik, çocukluk geçirmedim ve bedenim buna karşı çok semptom gösterdi.
Türkiye’de tabu olan konuları düşündüğümüzde aklımıza ilk cinsellik gelebiliyor ama bunun çok ötesinde tabular olduğunu düşünüyorum.
Bu kitapta da aslında anne babaya “duyulmak zorunda olan” sevgi konusu ele alınıyor. En büyük ahlaki tabumuzdur aileye sevgi ve saygı göstermek.
Biz bir toplumun içine doğuyoruz, o toplumun bize dayattığı belirli düşünce kalıpları var. Bir de kültür ötesi, tüm dünyayı kapsayan tabular var.
İnsanlık olarak kültür fark etmeksizin hepimizde şöyle bir algı var: Ahlaklı olmalıyız, anne babamıza sevgi saygı göstermeliyiz, ailede bir sorun çıktıysa ben fazla özgür davrandığım için oldu… gibi gibi. Oysa biz çocukluğumuzda bize bakım verenler tarafından da çok ciddi problemlere maruz bırakılıyoruz.
Bir yazı okumuştum “Ebeveynler, teşekkürler. Bizleri sizler yarattınız.” -Terapistler
Biz eğer önceden yaşadığımız bütün duyguları, hisleri bastırmaya çalışıp ahlaki değerlere göre davranma çalışırsak beden buna isyan ediyor ve belirli reaksiyonlar göstermeye başlıyor. Buna hastalık diyoruz. Alice Miller kitabında sıkça bundan bahsediyor. Ayrıca Nihan Kaya da “İyi Aile Yoktur” adlı kitabıyla bu konuya sıkça değiniyor.
Biz ebeveynlerimiz tarafından; onların sevgiyi tanımladığı şekilde seviliyoruz ve bazen bu sevgi tanımı bize uymayabiliyor. Özellikle yeni jenerasyon “-meli, -malı” ile biten cümlelerle yetiştirildiği için kendi doğrusunu bulması konusunda pek motive edilmiyor. Kendi doğrumuzu yaratmaya çalıştığımızda ise destek sevgiyi hiç göremeyebiliyoruz.
Bizler koşulu sevgiyle büyüyen çocuklarız. Bizim kendimiz olmamıza pek müsade edilmedi. Toplum kendimiz olmak için emek vermenin yollarından önce; kültür, ahlak bize dayattığı için birilerine saygı, sevgi göstermeliyiz diye eğitti bizi. Bu aslında bedenlerimiz üzerinde büyük bir yük. Çünkü inanmadan gerçekleştirdiğimiz eylem bedende kendini yansıtıyor.
Mesela bir yerde olmak istemiyorsunuz fakat “ahlaki değerlere” göre orada olmanız lazım. Ama istemiyorsunuz, duygu durumunuz orada rahat değil. Bu durum direkt fiziksel semptom yaratıyor. Bunu düzenli olarak yapmak; daha büyük kronik stres, kronik ağrı, kronik mide bulantısı yaratıyor.
Hiç bir şeyi affetmek zorunda olmadığımızı, aslında affedilecek bir şey olmadığını da görmek gönlümüze de bedenimize de özgürlük getirir.
Bizim istediğimiz insanla, istediğimiz mekânda, istediğimiz hayatı yaratma özgürlüğümüzün olduğunu ve kimseye hiçbir şey borçlu olmadığımızı hatırlamak çok önemli.
Bunun ayırdına varmak her zaman kolay olmayabilir. Ben neyi gerçekten istiyorum, neyi bana ahlak ve görgü kuralları dayattı? Burada bazen yardımımıza koşabilir.
İnsanın kendi gerçeği ile bağ kurması için beden çok iyi bir araç. Çünkü beden gerçeği söylüyor. Bedendeki herhangi bir semptom o an kendi gerçeğimizi yaşamadığımızı gösteriyor.
Bedenin dilini duymak, algılamak zorsa dansa bir şans verebiliriz.
Dans, hareketin içine duyguların dahil olduğu bir alan.
O güne kadar hissedemediğiniz duygular, alan açmadığınız, için veremediğiniz pek çok şey görülmeye başlıyor dans ederken; müzik bize eşlik ediyor, hareketler kendini yaratıyor ve bir anlatı başlıyor. Bu anlatıyı bazen biz zihnimizle analiz edemiyoruz ama kendi hikayemiz olduğunu biliyoruz.
Zihin her şeyi anlayabileceğini sanmayı bırakıyor.
Dans pratiğinin içinde iletişimi, ilişki kurmayı, vermeyi- almayı, (bedeni) dinlemeyi ve hareketin içinde duyguları dönüştürmeyi öğreniyoruz.
Böylelikle bilinçsizce yalan söylemeyi bırakıp gerçeğimize yakınlaşıyoruz.