Dans Edilmez, Dans Bir Alandır; Dahil Olunur
Dansı Türkçe’de etmek ile kullanırız, dans etmek. Yani dans bir nevi yapılandır, eylem gerektirir. Dans tek başına oluştur, yanına etmek fiilini ekleriz. İngilizce’de durum böyle değildir: “dancing” -ing ekiyle eyleme dönüştürülür. Ve an’a dair olanı da belirtir.
Dans için hep kusursuz hareketler ve formlar öğrenmemiz, onları yapmamız gerektiğini düşünürüz. Modern dünya dansı böyle tanımlamış, biz de bir şekilde dansın kendince kurumsallaşmasını salon danslarıyla, baleyle ilan etmişiz. Bu nedenle dans; form, kusursuzluk, salt estetik olarak algılanmaya başlamış. Aslında burada tekrar tekrar tanımlara dönüyoruz, bir şeyi tanımlayabildiğimiz kadar algılayabiliyor zihinimiz; oysa duygularımız tanımlayamadığını da yaşıyor, isimlendiremese de.
Tüm tarihi ve tarih öncesini incelediğimizde dansın insanın yaşamında nasıl da büyük alan kapladığını görürüz. Tarih öncesi eserlere baktığımızda da; bedenleri farklı farklı pozisyonlarda inceleyebiliriz.
Dans; insanlık tarihi kadar eskidir.
Bizler dili geliştirmeden, yazılı iletişim bulunmadan önce muhtemelen yalnızca hareketler edip belirli sesler çıkarabiliyorduk. Bazen o zamanları görebilmenin hayalini, heyecanını yaşıyorum. Günümüz aklıyla asla tahmin edemeyeceğimiz veriler olduğuna eminim.
Bu tahmin edemeyeceğimiz verilerin kendi içinde bir sanat eseri olduğu aşikar, insanın varlığında sanatın gerçekleşmesi olağan. Yalnızca adına sanat demiyoruz; o zamanlar yaşamın kendisi bir ritüeldi. Hareketlerin, ifade biçimlerinin kişiye özgü olması ve bu bileşenlerden ortak bir beden dilinin kümelenmesindeki süreci düşündüğümüzde tüm bunların ne denli yaratıcılık gerektirdiğini hayal edebiliriz.
Ritüeller tarihine baktığımızda insanların hep yerden göğe bir bağ kurma ihtiyaçlarını okuruz, yeryüzüyle tanrısal olanı birleştirme arzusu. Hareketlerin biçimi bu yersellik ve göksellik arasında devinirken ortaya bir dans çıkar, bu dansı tüm kabile “ettiğinde” ise bir ritüel. Dans katılınandır, bir şekle girmeye çalışmaktansa bir oluş, kendiliğinden yaşamın mütevazi bir taklididir. Yani dansı yapmazsınız, dansa dahil olursunuz. Dans zaten olmaktadır.
Dansa dahil olmak için kullandığımız aracımız bedendir. Bedenimizi organik ihtiyacı kadar hareket ettiriyor olsaydık, kendimize gri duvarlar örmemiş olmasaydık; bedenimiz zaten dans ediyor olacaktı. Ona dans öğretmemiz gerekmeyecekti. Bedenin doğasında yaşanır hareket; hareketsizlik ölüme dairdir.
Bu nedenle aslında dans öğretilemez, bir alan açılır ve içinde keşif yolculukları için ipuçları bırakılır. Beden o ipuçlarında kendi hareketini hatırlar, zaten yüzbinlerce yıldır olanı; hatta milyonlarca yıldır ve oradan da evrene bağlanır… Daha ne zaman başladığını bile bilmediğimiz bir hareket bütünü, varlığı yaratan o ahenk.
Dansa teslim olduğumuzda bizde açacağı kapıları asla tahmin edemeyiz, dille betimleyemeyiz ve muhtemelen algılayamayız. Yalnızca daha fazla yaşadığımızı hissederiz, çaba ve tanımlar erir, arkaik olanın bilgisi varlığımıza yerleşir. Ritmimizi buluruz, kaybederiz, tekrar buluruz, yenisini titreştiririz; bütün bu süreçte muhakkak ki kendimize yakın dururuz.
Dans edilmez, dans bir alandır, dahil olunur.
Hareket hep vardır, aradan çekilir ve teslim oluruz.