Peki ya Zihin?
Hareket etmeyi istememek günümüzün en yaygın problemi, aslında egzersizlik pekçok hastalığın sebebi çünkü normalde etmemiz gereken hareketin çok çok küçük bir kısmını gündelik hayata adapte edebiliyoruz. Beden hareket etmiyor ve hareket etmedikçe de zihindeki elektrik artıyor, bu fazlasıyla yorgunluk yaratıyor. Oysa yorulan bedenimiz zannediyoruz.
Kendimi ele aldığımda dahi görüyorum ki eskiden çok daha fazla hareket ve dans ederdim, çünkü üniversitede okurken yaratmaya, üretmeye zamanım boldu. Şimdi birçok sorumluluğu aynı anda yürütmekten ötürü zihin çalışmalarıma ayırdığım zaman arttı ve bedenim değişen dünya koşullarının da etkisiyle kendi “normal”ini unuttu.
Bedenim hareket etmek istemediği an bunun zihnin bir ilüzyonu olduğunu hatırlatırım,
çünkü zihin epey ikna edicidir ve bir konuyu didiklemekten, tekrarlamaktan, sağdan soldan gerdirmekten zevk alır. Ayrıca zihin; her konuyu düşünerek çözebileceğine dair bir fikir geliştirmiştir ki; sadece düşünerek varabileceğimiz yerler aslında kısıtlıdır.
Bunu sosyal ortamlarda söylediğimde çok yadırganırım. “Nasıl yani düşünmeyip ne yapacağız?” “Elbette her şeyi düşünerek bulup düşünerek çözümler üreteceğiz, düşünerek anlayacağız.” gibisinden yorumlarla karşılaşırım. Hatta bu tartışmalara o kadar fazla girdim ki, artık karşımda beni dinlemeyeceğini sezinlediğim biri olduğunda konuyu uzatmıyorum bile. “Haklısın.” Deyip çekiliyorum, çünkü zihin bunu duymak istiyor: “Haklısın.” Oysa yaşamımda en tatmin edici anları haklı olmadığım, zihnimi tanımlayamadığım özelliklerimle yendiğim ya da aradan çektiğim anlarda yaşamışımdır.
Bu yazdıklarımdan zihni düşman bellediğim gibi bir algı okunuyor olabilir, bunun böyle olmadığını açıklığa kavuşturmak isterim. Zihne, işleyişine, hızına, yapabildiklerine, tasarlayabildiklerine, becerebildiklerine hayran biriyimdir ve zihinsel esnetmelere de düşkünümdür. Zihnimi zorlamaktan, zihinleri tokuşturmaktan büyük keyif alırım ancak bu bir nefs mastürbasyonuna döndüğü anda geri adım atarım, günümüzde tartışmaların çoğu böyle bir yerden yapılıyor ve bizi yeni bir algıya, açıklığa taşımıyor.
Zihne sezgilerimiz ve oluşumuz eşlik etmediği zaman düşünen bir makine gibi davranıyoruz. Şimdilerde araştırılan “bağdaşık bütünsellik” kavramı bu anlamda çok değerli, çünkü zeka aslında zihnin bilgiye ne kadar hızlı ulaşabildiği ve bilgiyi ne oranda ezberleyebildiğiyle değil; bu bilgiler arasındaki bağlantıyı nasıl kurduğu ve o bilgiyi yaşamın içerisinde nasıl kullanıp özgünleştirebildiğiyle ilgili bir tanım olarak ele alınıyor. Bu sentez yalnızca düşünmeyi değil; bizim geçmişimizi, deneyimlerimizi, yaşama nereden bakmayı seçtiğimizi, duygularımızla ilişkimizi, dünyayı deneyimlediğimiz bedeni dikkate alma biçimimizi… ve daha pek çok unsuru içeriyor.
Burada zihin ve bilinç kavramlarını ayırmayı seviyorum. Zihnin nerede üretildiği henüz tam olarak bilip ölçemesek de zihne indirgiyoruz. Ben zihnin bedene akıp varlığımızda dolaşabildiğini düşünüyor ve hissediyorum. Yine de tanımı genişletecek ve biraz parçalayacak olursak: Belirli bölgelere ağırlık verebiliriz: zihne beynin bir ürünü ve bilince ise güdüler, duygular, zihin üçlemesinin birlikteliği şeklinde bakabiliriz. Elbette bu üçlemeye inanç sistemlerimize göre ruh, evrensel bağlantı..gibi eklentiler de yapabiliriz ancak şimdilik daha somut ilerlemekte fayda gördüm.
Her yazımda ve sohbetimde bahsederim, spiritüel yolculuğu her zaman zihni eğitmek ya da sessizliği pratik etmek olarak düşünürüz. Evet, bunlar dahildir fakat dünyaya bir şekilde gelmişken biz; bedeni yolculuğumuzun bir parçası haline getirmek zorundayız çünkü dünyayı bedenimizle deneyimliyoruz.
Ve dahasını deneyimlemek istiyorsak, cesurca ama itelemeden bedenimizde derinleşmeliyiz.
Ve bedende derinleştikçe, bilinçte genişleriz…