Modernizm Dogması
Modern çağda biz insanlar; ortak toplumsal normlar çerçevesinde “zeki” ve “başarılı” tanımlarımızı çok bilen ya da çok açıklayabilen üzerinden oluşturuyoruz. Her bilgiyi açıklamaya, temellendirmeye çalışıyoruz ve bitmek tükenmek bilmeyen anlama; bir başka deyişle “anlamlandırma” arzumuz üzerinden tanımlar şekillendiriyoruz.
İnsan olduğumuz sürece anlamlandırma çabamız devam edecek. Elbette edindiğimiz bilgilerin dayanağını arayacağız, sorgulayacağız, durumları analiz edeceğiz. Rasyonel çerçevelere oturtacağız.
“Bilim böyle söylüyor.” deyip salıvermek yerine aldığımız bilgiyi sağlam bir süzgeçten geçirmemiz gereken bir dönem geldi.
Bu analiz becerimiz sayesinde dünyayı başka bir yere evirdik, stratejiler tasarladık ve kabul edilir anlamda bir “gelişim” sağladık.
Şimdi bunları tartışmıyoruz bile, günümüzde bilim yeni din oldu, dogmatizmi dinlerden alıp bilimin ellerine verdik. Aslında hep aynı paterni izlediğimizi fark etmiyoruz bile. Bir dine körü körüne inanmak ve bilime körü körüne inanmak arasında bir fark varmış gibi davranıyoruz.
Buradaki önemli nokta bizim bizden daha büyük bir “bilgi”ye kendimizi teslim etme isteğimiz. Ve bu bilgiye teslim ettiğimizde kararlarımızı da bu bilgi sistemi versin istiyoruz.
Ama böyle bir bilgi yok. O anki durumun bileşenlerinin sonsuz ilişkilenmeleri kadar sonsuz olasılık, sonsuz “doğru” var.
Biz yine de “Bunu yap, bu doğru.” “Şunu yeme, bu kesin doğru. Yersen zararlı olur. Bu bir gerçek.” “İlişkinde böyle davranmalısın ve şunu denemelisin.” gibi gibi sürüsüyle hazır paket bilgi peşinde koşuyoruz.
Marketten hazır bir paket çorba aldığında onun seni beslediğine gerçekten emin olabilir misin? Onu afiyetle içebilir misin? İçsen de sonrasında kendini ortalama nasıl hissedersin? Veya kendine o gün canının istediği sebzeleri aldın. Onları kendi istediğin ve içgörün doğrultusunda yeterli kadar ayarladın, ellerinden geçirdin, pişirdin, temas ettin. Bu çorba seni ne kadar besler? Sonrasında nasıl hissedersin?
Ve haftaya aynı çorbayı yaptığında eğer o gün canın isterse havucu biraz daha bol koyabileceğini bilmek sende nasıl bir etki yaratıyor?
İşte tüm bunları daha genişlemesine düşünmemiz gereken bir çağa giriş yapmış bulunuyoruz. Günümüz dogması olan bilimin -ki bilim de kendi içinde pek çok farklı fikir, yaklaşım ve öncelik barındırıyor- kollarına kendimizi “Bilim böyle söylüyor.” deyip salıvermek yerine aldığımız bilgiyi sağlam bir süzgeçten geçirmemiz gereken bir dönem geldi. Evet bu hep böyleydi ama artık her zamankinden daha da fazla.
Bu süzgeç ne olabilir? Belki de bu soru fazla manevi. Ömrümüzü adadığımız varoluşsal, felsefi (ontolojik) bir tartışma konusu. Hepimizin başka başka dayanakları olabilir, burada daha somut bir yerden durumu ele almak istiyorum. Bir de tabii mesleğim gereği ?
Düzenli aralıklarla bedenle bağlantıya geçme egzersizleri yapmak, bizim hazır paket bilgileri yalayıp yutma yönündeki bilinçsiz atılımımızı sakinleştirir. Bedenine yerleşen, bedenine oturmuş bir insan önüne atılan her şeye atlama ihtiyacından vazgeçer, çünkü o zaten kendindedir, eylemlerini oradan gerçekleştirir. Buradaki (bedendeki) yavaşlık, bizi korumaya alır.
Zihin havada asılı kalmaya ve savrularak zıplamaya daha müsaittir, beden ise ayakları yere sağlam basmadan zıplayamaz.
Dolayısıyla dogmalara, önümüze itilen ve belirli kişilerin işine gelen bilgilere zıplamadan önce bedenimize yerleşelim.
Kim bilir, belki oraya yerleşince; bu kadar bilmek istemenin gereği bile olmayacak…