Dansta Kendimizi Kaybeder miyiz, Yoksa Bulur muyuz?
Bir eğlence aracı olarak dans; parti, düğün, konser gibi sosyal etkinliklerin ürünüymüş gibi görünür. Dans bir nevi insanın stres boşaltma yolu; tepinme, coşma, salınma, kendinden geçme… Dansın içinde kendinden geçme, dış destekli veya dış desteksiz sarhoş olma hali elbette epey keyiflidir. İnsanın bu tür kendinden geçmelere, kendini müziğin içinde kaybetmelere ve o anda açığa çıkan beklenmedik dürtüleri hareketle sağaltmalara ihtiyacı vardır.
Fakat dansı sadece bir kendini kaybetme aracı olarak kullanırsak; dans bir uyuşturucudan öteye gitmez bizim için.
Daha önceki yazılarımda bahsetmiştim, dansın sadece keyif almak için olduğunu düşünmek epey yaygın ve yanıltıcıdır. Bu, insanın daimi mutluluk arayışının ve şeyleri tek taraflı görüşünün bir başka yansımasıdır. Dansı sadece mutlu olmak, büyümek, kendimizi göstermek, güzel olmak, takdir almak, müziğe eşlik etmek gibi amaçlarla kullandığımızda kendimizde derinleşemez, yüzeyselliğimizde oyalanıyor oluruz.
Uzaktan iyi bir dansçıyı veya dansı gören herkes bunun ne kadar harika olduğunu düşünür. Bunun genelde bir yetenek işi olduğu sanılır, bir nebze de yetenek işidir ama hayatın her alanında olduğu gibi o yeteneği parlatmak için düzene ve emeğe ihtiyaç vardır. Sadece eğlenmek, videolara performans sergilemek üzerine dans çalışan bir dansçı kendisine erişemez; o bir imajın içinde sıkışır kalır. Kendimizi gözlerimizle görerek dans etmeye çalıştığımızda üç boyutluluk algımızı kaybeder ve bedeni iki boyuta indirgemiş oluruz. Beden kendi üç boyutuna, hatta boyutlar ötesi “her yönlülüğüne” açıldığı zaman; dansın gerçekten ne olduğunu kavrayabiliriz.
Bir müziği açıp tamamen o müziğe uyum sağlayarak ve bedeni içinde salındırarak da dans etmiş oluyoruz; ancak bedenin sorumluluğunu tam aldığımızda, harekete yavaş ve emin adımlarla başladığımızda, tam orada beden zekası dediğimiz mucize bize kendini sunmaya başlar. Direkt coşmak ve kendimizi kaybederek “güzel dans etmek” “duyguları göstererek dans etmek” istediğimizde ya bedenimiz, ruhumuz ve zihnimiz arasındaki kopukluğa yenik düşeriz: duygular önden gider ve duygular duyuların önüne geçerek bedenin ahengini kopartır, ya da kendimizi uzun vadede sakatlama (bedensel veya ruhsal sakatlama) riskiyle karşı karşıya kalırız.
Duygular ve duyular dansta eş gitmelidir, duyguları her zaman hareketin önünden gönderirsek, bedenimizden kopup kaybolabiliriz.
Dansta kaybolacağız da, tamamen bir kendini bulma durumu bu dünya üzerinde mümkün değil. Daimi bir bulup kaybetme, yeniden bulma ve kaybetme; bu anların ayırdına varma ve geçişleri seçebilme hakkımız olduğunda dans gerçek olur. Duyularımızın eşliğinde, iç dünyamızı ve dış dünyamızı duyumsayabiliyorsak hareketin eşliğinde, duygular zaten kendini göstermenin ve akıtmanın yolunu bulacaktır.
Hem de güvenle, savrularak değil. Kontrolü yitirerek değil, tamamen kontrol altında tutarak da değil. Hakim olarak, farkında olarak. Onları tümüyle yaşama ve sonra gitmelerine izin verme açıklığında, cesaretinde olarak. Dansın kendisi olarak. Kendini kaybederek değil, dansın içinde kendini tekrar tekrar bularak.